Lucian Luxsouer Ravenclaw 3. Sınıf
Mesaj Sayısı : 34 RP Aktifliği : 180 Lakap : Luxs Nerden : Paris( 9 km uzaklıkta küçük bir köy. Aslında tam anlamıyla köy değil, yerleşim yeri.)
| Konu: Merhaba Patronus Çarş. Ağus. 04, 2010 2:15 pm | |
| Derslerin yorgunluğundan sonra biraz gezmek ve artık dersten başka şeyler düşünmek isteyim beni elimde süpürgeyle saat kulesinin kapısından dışarıya çıkardı. Bahçenin ortalarına doğru küçük havuzun yanında durup etrafa baktığımda birkaç banka oturmuş konuşan, gülüşen öğrenciler ve havada süzülen baykuşlardan başka bir şey görmedim. Akşam yemeğine daha yıllar vardı ve bende bu açığı bir şeyler yaparak doldurmak istedim. Elimde eski nimbuslardan biri vardı. Nimbus serisi hala devam ediyordu. Bendeki sadece uçmama yeter bir süpürgeydi. Daha hızlısına şimdilik gerek görmüyordum. Quidditch oynamadığım ve evde de kullanamadığım için serini eskileriyle yetiniyordum. Uçmak büyü yapmaktan sonra beni cezbeden diğer seçenekti. Karanlık sanatlarda gördüğümüz ve benim biraz araştırıp öğrendiğim Animagusluk yeteneğine sahip olup olmadığımı hep merak etmişimdir. Beklide bende bir animagusumdur. Beklide bir kartal ya da şahin??? İşte uçan bir hayvanımdır belki kim bilir? Biçim değiştirmem çok iyiydi fakat tam anlamıyla hayvana dönüşmek çok tehlikeli bir şeymiş.
Sonunda burada biraz fazla dikildiğime karar verip süpürgemi ayaklarımın arasına aldım. İki elimle sapını kavrayıp süpürgenin arasını yere hafifçe vurdum. Artık ayaklarım yerden kesilmişti. Evet yükseliyordum. Duvarlardan daha yüksek olana kadar yükseldim ve en sonunda ileri doğru atıldım. Süpürgeyi en ufak hareketimle kontrol edebiliyorum. Biraz daha hızlanınca cübbemin sallanan etekleri daha bir sallanmaya başladı. Sonunda arka bahçeyi terk ettim. Ormana doğru yöneldim. Uçurumun üzerinden geçerken aşağı bakmamak için kendimi ne kadar tutsam da buna engel olamadım. Uçurumdan sonra artık ağaçların üzerine gelmiştim. Ormanda bir boşluk aradım. Biraz buralarda dolaşıp iniş yapmayı planlarken sağ tarafımda biraz uzaktan kulağıma baykuş sesleri gelmeye başladı. Bu çok normaldi çünkü orası baykuşhaneydi. Başımı sağa çevirdiğimde sesin nedeni anladım. Safira ve Yakup beni fark etmiş olacaklar ki havada çok hızlı bir şekilde yol alarak yanıma geldiler. Onlarla havada olmak gerçekten çok güzel bir duyguydu. Etrafımda uçmaları, kanatlarını çırpmaları büyüleyiciydi. En sonunda dayanamayıp onlarla ormanın üzerinde bir iki tur atmaya karar verdim. Sanırım beni hemen anlamış olacaklar ki önümde uçmaya ve benden uzaklaşmaya başladılar. Bende onların bana yol göstermesine sevinerek onları takibe başladı. Önümde Safira ve Yakup hem uçuyor hem ötüşüyor hem de bazen birbirlerine çatıyorlardı. Onarın yaptığı bir hareket çok hoşuma gitmişti. Uçarken kendi etraflarında tam tur döndüler. Sanırım buna salto yapmak deniyordu, ya da yanlış hatırlıyordum. Canıma susamış olmalıyım ki süpürgeye iyice yapışıp süpürgeyi genişten alarak salto yaptım. Baş aşağı geldiğimden dolayı beynim altüst olmuştu. Başım dönmüştü fakat bu çok eğlenceliydi. Bu hareketi iki kere daha yaptıktan sonra biraz fazla havada kaldığımı düşünüp ince tiz bir ıslık çaldım. Islık çalarken Pike yapıp geldiğim yerden geri döndüm. Burada ormana inemezdim. Neredeyse ormanın ortalarında bir yerdeydim. Zaten orman çok tehlikeliydi ve yasaktı. Ama ben iki yıldır hep geliyordum. Burası beni dinlendiriyordu. Tabi bazen ürküttüğünü de söylemek gerek.
Safira ve Yakup çaldığım ıslığı işitmiş ve bu seferde onlar benim peşime düşmüşlerdi. Ormanın başlangıcına geldiğimde sınırın yanında doğru tatlı bir iniş yaptım. Hemen arkamdan baykuşlarım da benim yaptığımı yaptılar. Süzülüp karşıdaki ağacın dallarına kondular. Onlara gülümseyip süpürgeyi kondukları ağaca dikili bir şekilde koydum. Ormanda kısa bir tür atmak istedim.
Ormanın sınırından içeriye adım attığım anda her şey değişti. Sanki bir kara deliğe girmiştim ve zaman ile mekândan azade kalmıştım. Ya da başka bir boyuta gelmiştim. Etraf sessizdi. Ağaçlar normalden daha büyüktüler. O kadar büyüktüler ki güneşin ışınlarını geçirmiyorlardı. Çatı görevi gören dalları ve yaprakları yağmuru bile geçirmeyecek gibi duruyordu. Demin girdiğim yerden daha 5 metre uzaklaşmıştım ki ense tüylerim diken diken olamaya başlamıştı bile. Buraya gelmek korku filmi izlemek ya da acı biber yemek gibi bir şeydi. Birden durdum ve aklıma gördüğüm rüya geldi. Ama o sadece bir rüyaydı. Derin bir nefes alıp asamı çıkardım. Artık korkmuyordum. Asamı havaya yavaşça vurarak aydınlattım. Gümüş beyaz ışık ve efsunlu tanıdık sese merhaba dedim. Gümüş ışığı görünce aklıma karanlık sanatlarda geçen bir büyü geldi. Daha önce yapmaya çalıştığım fakat tam anlamıyla yapamadığım bir büyü. Adını karanlık sanatlara karşı savunma profesöründen derste duymuştum. Büyünün adı; Patronus büyüsüydü. Evet, buydu. Hatta profesörün anlatmasıyla yetinmeyip yine ortak salondaki kütüphaneden bu konu hakkında biraz kitap okumuştum.
Patronus büyüsünün yapılmasının zor ve dikkat gerektirdiği söyleniyordu. Patronus büyüsünü güçlü büyücüler yapabilirmiş. Yapabilen büyücüye bir kalkan sağlarmış. Pozitif güçten oluşan bir kalkan… Sadece bununla sınırlıda kalmazmış. Birçok daha işlevde de kullanılabilirmiş. Kullanım amaçlarından en önemli olanı ruh emicileri savuşturmak ve kısa mesafeli yerlere eş zamanlı haberler gönderebilmek için kullanılmasıymış. Evet, bunları profesör de söylemişti. Ayrıca önemli bir ayrıntı daha varmış. Patronus, büyüyü yapan her büyücüye göre değişik hayvanlara dönüşürmüş. Tıpkı imza gibi… Bu büyüyü tam anlamıyla görmedik ama teorik olarak her ayrıntısını ve yapılışını biliyordum. Neden yapmayaydım ki. Kendi patronusumu merak etmiştim. Dahası bu büyüyü yapabilecek kadar iyi büyücü olabilmiş miydim?
Artık neden beklediğime anlam veremeyip kendime kızdım. Tek yapmam gereken mutlu bir şeyler düşünmek ve büyülü kelimeleri mırıldanmaktı. Evet, çok kolaydı. Asamı “nox” diyerek söndürdüm. Mutlu olacağım bir şey hayal ettim. Evet, bu kesinlikle benim işimdi. Hayal etmek yani... Bir hayalperest olarak zorlanacağımı sanmıyordum. Ama pratikte her şey değişirdi. Bir şey düşünmek için çabaladım. Aklımı kurcaladım. En sonunda kanattım. Ve buldum. Bugün cumaydı ve mutlu olmuştum. Yarın tatildi. İşte bunu düşündüm ve asamı karşıdaki açıklığa doğru uzatıp “Expecto Patronum” diye haykırdım. Kalbimin bir saniyeliğine pırpır etmesine yarayan gümüş bir ışık ipliği asamdan çıktı fakat hemen karanlığa karıştı. İşte bu beklemediğim bir şeydi. Tüm kalbim umutsuzluğa battı. Neden olmamıştı. Mutlu bir şey düşünmüştüm, sözleri de doğru söylemiştim ama olmamıştı. Bir kere daha deneyip daha fazla hayal kırıklığına uğramak istemiyordum. Ama içimden bir ses yılmamam gerektiğini mırıldanıyordu. Aynı hayali tekrar düşünüp tekrar sözleri söyledim. Bu seferki çıkan gümüş iplikler daha kısaydı ve daha çabuk karanlığa karışmışlardı. Çaresizliğin 4 bir yanımı sardığı ve boydan boya umutsuzluğa battığım şu an ağzıma anlamadığım muzip bir gülümsemenin yerleşmesiyle son buldu. Aklıma başka bir şey gelmişti. Gerçekten mutlu olduğum bir şey. Onu düşünüp artık kendimden emin bir şekilde sözleri söyledim. “Expecto Patronum” Gözlerime inanamıyordum fakat asamdan çıkan gümüş iplikler karanlığa karışmıyordu. Dahası asamı doğrulttuğum o açıklığa doğru yol alıyorlar ve yolda birleşiyorlardı. Bir süre asamdan çıkan gümüş ipliklerin son bulmasını bekledim. Sonunda karşımda gümüşi bir şekil belirmeye başlıyordu. Ne olduğunu kestiremiyordum ama at gibi bir şeydi. Hatta attan biraz daha büyükçeydi. Gümüş bulutun içinden iki tane büyük kanatlar açıldı. Bir kartal başı ve onu takip eden gözlerimin faltaşı gibi açılmasına neden olan bir atın vücudunun yarısı. Bu yaratık at ve kartal karışımı bir şeydi. Heyyy!!! Bunu biliyordum. Aman Tanrım! Bu bir Hipogrif. Evet, öyleydi. Patronusum etrafı gümüş ışıklar yayarak aydınlatıyordu. Cüsseli bir şey olduğundan etraf bembeyaz olmuştu. Hem de çok beyaz. Sadece beyaz ışık yoktu. Onu takip eden insanı güvende hissettiren bir sıcaklıkta tüm vücudumu yalıyordu. Hipogrifim başını bana çeviriyorken etrafa dağıldı ve hava oldu. Gözlerim karanlığa alışamayınca bir müddet kapalı kaldı. Sonunda açtığımda hipogrifin orada olmasını çok istedim ama artık gitmişti. İlk denemem için bence çok iyiydi. Asamı kaldırıp tekrar yapmak istedim ama asamı aydınlatacak kadar bile güç bulamadım kendime. Aslında güç vardı, hissediyorum ama yorulmuş ve bitap düşmüştüm. Arkama dönüp ormandan çıktım. Süpürgemi aldım ve şatoya giden uçurumu geçmemi sağlayan köprüye doğru yürüme başladım. Yürürken aklıma düşündüğüm şey geldi. Düşündüğüm büyücü olamam ve burada bulunmamdı. Bu beni her şeyden çok daha mutlu ediyordu. Her zamanda edecekti. İnşallah ederdi.
Patronusum bir Hipogrif. Bu çok mantıklıydı. Asamın çekirdeği Hipogrif kılı ayrıca bulunduğum binanın simgesi kartal. Çok mantıklı ve harika bir şeydi. Etrafı ne kadar aydınlatmıştı diye kendimle övündüm. Demek ki çok iyi bir büyücüyüm diye düşündüm. Fakat bunu hava atmak ya da burnu havadalık yapmak için düşünmemiştim. Sadece kendi kendime konuşuyordum. Köprüyü geçip saat kulesinden içeriye girdim. Büyük Salona, akşam yemeğine doğru yol aldım. | |
|