Olivia Madden Ravenclaw 5. Sınıf
Mesaj Sayısı : 19 RP Aktifliği : 151 Lakap : Kesinlikle lakap takılmasından hoşlanmaz. İsmi ile hitap edilmesi hoşuna gider. Nerden : İtalya
| Konu: Ophelia Salı Ağus. 24, 2010 12:28 am | |
| Ad-Soyad: Ophelia Dominique Blake Kişisel Özellikleri: Karekterim fiziksel görünüşünden ayrı olarak o kadar masum değildir. Bakışlarına inatçılık hakimdir. Başına buyruk ve kontrol edilmesi zor bir tiptir. Çok çabuk sıkılabilir. Buna her şey dahildir. İnsanlar, eşyalar, hayvanlar... Ama sevdiği kişilere değer vermesini bilir. Onları el üstünde tutmasını bilir. İstediği zaman yapamayacağı şey yoktur. Tek sorun o şeyi isteyip istememesidir. Derslere çok fazla çalışmadan başarılı olur. Hiçbir konuda kendini kasmaz. Genelde susmayı tercih eder. Çünkü sözleri zehir gibi olabailir. Kavgalarda sessiz ama hakim taraftır. Ama yine de zaafları da vardır. En büyük zaafı aşktır. Ondan sonra hırs gelir. Başarısızlıkları ya da kalp kırıklıklarını pek sevmez. Fiziksel Özellikleri: Aile Geçmişi: Oluşturulmadı. Kan Durumu: Safkan Örnek Rp: - Spoiler:
Her şey fazla büyük ve bu dünyanın içinde ben yalnızca bir kum tanesi gibiyim... Etrafımdaki tüm eşyalar üzerime beni yok etmek, dünya üzerinden silmek ve hiç var olmamışım gibi yapmak amacıyla geliyorlar ve ben kaçacak delik bulamıyorum. Korku, bir yılan zehriymişçesine kalbimden damarlarıma pompalanarak tüm bedenime yayılıyor. Anormal derecede büyük olan nesneler, renkten renge bürünüyorlar ve gittikçe bulanıklaşıyorlar. Sanırım görüşümü kaybetmeye başlıyorum. Artık bilinmeyen, kayıp bir yerdeyim. Burası öyle bir yer ki, benden başka kimse daha önce bulunmadı, bulunmayacak. Aslında ben de var olmadım. Ben hiçliğe karıştım ve kayboldum. Ne bir iz bıraktım ardımda, ne de benden bir parça. Yokluğa karışmayan tek şey renkler. Boşlukta sürüklenirken gördüğüm -belki de hissettiğim desek daha doğru olur- sadece inanılmaz derecede hızlı bir hâlde değişen renkler. Siyahın, mavinin, sarının, kırmızının, morun hayal bile edemeyeceğiniz tonları... Ancak nedendir bilinmez, bir süre sonra renkler saniyede milyon kez değişmeyi bırakıp yeşilde sabitleniyor. Yeşil... Elbette! Ormanın rengi. Gizemli, derin, yaşlı ve bilge; her şeyi içinde barındıran orman... Orman beni çağırıyor. Orman beni istiyor. Ben ormana gitmeliyim. Ben ormana hemen gitmeliyim. Babamın onu öldürmesine yardım ettiğim annem beni orda bekliyor. Gözlerim tamamen işe yaramaz hâle geldiklerinde, diğer duyu organlarım da işlevlerini yitirmeye başlıyorlar. Ormana gitmek istiyorum ancak bir Orman yok. Hayır, bu olamaz. Kollarımı bedenime dokundurmaya...- Bir saniye!! Kollarım nerde? Peki ya bedenim, yüzüm, bacaklarım?! Heey... Ben nerdeyim. Düşüncelerim... Ve onlar da hiçliğe karışıp yok oluyorlar.
Gözlerini açtı Lumiére. Gördüğü kâbusun etkisiyle bir süre boyunca transta kaldı. Ruhu bedeninin içinde değilmiş gibiydi. Açık kahverengi gözleri bir ölününki kadar boş ve donuk bakıyordu. Ancak birkaç saniye içinde bedeninin titremeye başlaması, yüzündeki tüm rengin çekilmesi ve kalbinin bir motormuşçasına hızlı çarpmasıyla hayata geri döndü. Bir çeşit panik atak geçiriyor gibiydi. Henüz zihni, az önce çıktığı bambaşka dünyadan gerçek dünyaya geçiş yapamamıştı ve bedensel faaliyetleri sadece bilinçaltının vücudu üzerindeki etkisiydi. Ne olduğunu anlayabilmesi için birkaç dakika geçmesi gerekti. Sonunda hem zihinsel, hem de bedensel olarak sakinleştiğinde nerde olduğunu ve kim olduğunu anlayabildi. Bilinçli olarak yapığı ilk iş ellerini yüzüne götürerek tenini hissetmek olmuştu. Bu onu rahatlattı. Diğer duyuları da gayet sağlıklı gibi görünüyordu. Lanet olası kâbusun etkisiyle son kez ürperdi ve bunu hafızasından silmeye, daha doğrusu böyle bir şey olamayacağından yok saymaya karar verdi. Nasılsa artık bu tür şeylere alışkındı ve deneyimlerine dayanarak şunu söyleyebilirdi ki; bu kâbusları düşünmek insanın akıl sağlığını bozuyordu. Yaşadığı şokun ardından daha fazla uyuyamayacağından yatağında doğrulup bacaklarını yere doğru sarkıttı. Her zamanki alışkanlığı, rahat yatağının hemen baş ucundaki sevimli komodine uzanmasına sebep oldu. Uyanır uyanmaz kol saatini koluna takmazsa, uyanık olduğu tüm saniyeleri sinir bozukluğu içinde geçirirdi, ki bu dünyadaki en geri zekalıca şey olmalıydı. Yine de artık buna engel olmak için oldukça geçti. Oraya bakmaya bile gerek duymadan elini komodinin üzerinde şöyle bir dolaştırdı ancak saati bulamadı. Bu gerçekten de son derece tuhaf bir şeydi çünkü Hogwarts'ta geçirdiği seneler boyunca bir gün bile saatini bıraktığı yerde bulamadığı olmamıştı. Gözlerini ay ışığının vurduğu komodine dikti ve komodinin yatağa en uzak köşesinde belirsiz bir nesne olduğunu gördü. Lumiére son derece meraklı biriydi ve bu nesnenin ne olduğunu ve neden orda olduğunu öğrenme isteğiyle nesneyi kapıp, diğer kızları uyandırmamak için olabildiğinde sessizce koşarak kızlar yatakhanesinden çıktı. Elindeki nesnenin bir parşömen olduğu aşikârdı ancak her kim onu oraya bırakmışsa, parşömeni büzüp içine bir şeyler tıkalamıştı. Bir yandan taş merdivenlerden inerken, diğer yandan büzülü parşömeni açtı. Parşömenin içinden Lumiére'in saati düştü. Bu ne çeşit bir saçm*lıktı böyle? Yani kim gecenin köründe onun yatağının başına gelip saatini bir parşömenin içine sarmakla uğraşırdı ki? Ayrıca neden böyle bir şey yapmak istesindi? Kesinlikle bunu yapan kişinin anlatmak istediği şeyler olmalıydı. Lumiére saatini koluna takmış bir biçimde Ravenclaw Ortak Salonu'na indiğinde, hafifçe yanan bir mumun yanına çöküp derhal inceleme yapmaya koyuldu. Tahmin ettiği gibi parşömen oraya eğlence olsun diye bırakılmamıştı. Üzerinde aynen şunlar yazıyordu;
Hey Guaspari! Senin, saatini ve ormanı ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Neden benimle bu gece iki buçukta Yasak Orman'da buluşmuyorsun? Sana göstermek istediğim ve bilmen gereken önemli şeyler var. Geleceksen -ki geleceğini biliyorum- Şamarcı Söğüt'ün doğusundan ormana gir. Bir süre ilerledikten sonra tuhaf bir ağaç göreceksin. Kendisinin yaprakları yeşil olmak yerine mavi! Ordan sağa sap ve ilerleyebildiğin kadar sağa sola sapmadan ilerle. Karşına bir patika çıkacak. O patikanın sonuna git. Benim yarattığım bir açıklığa varmış olacaksın. Orada beni bekle...
Orman, orman, orman... Orman onu çağırıyordu. Orman onu istiyordu. Orman'a gitmeliydi. Orman'a hemen gitmeliydi. Orman'a gitmemek onu delirtirdi. Canı pahasına da olsa gidecekti Orman'a. Çünkü buna mecburdu. Gördüğü kâbustan sonra bunu yapmamak ihtimal sınırları dahilinde olan bir şey değildi. Ayrıca onunla dalga geçmek amacıyla bu notu yazan pisliğe de hesap sormalıydı. Muhtemelen orada olmayacaktı ama zaten Lumiére'in derdi bu zekâ seviyesi oldukça düşük notun ne kastettiğini öğrenmek değildi. O sadece ormana gitmeliydi. Buna karşı o kadar dayanılmaz bir arzu duyuyordu ki ne yaptığını fark etmeden kendini, parşömeni dizlerine gelen geceliğinin cebine sokuşturmuş, hızlı adımlarla Hogwarts'ın koridorlarında yürürken buldu. Bu şatoda dördüncü senesi olması oldukça iyi bir şeydi çünkü hepsini keşfetme gereği duymamış olsa da etrafını görmeden nasıl çıkacağını biliyordu. Gece yollar gündüz olduğundan farklı değildi. Tek fark koridorların zifiri karanlıkta insanda kör hissi uyandırmasıydı. Buna aldıracak bir insan olmamasına rağmen, gece gördüğü kâbusu çağrıştırması hiç iyi değildi. Avuçları derhal terlemeye başlıyordu çünkü. Bu yüzden adımlarını daha da hızlandırdı. Sonunda merdivenler azaldı ve Giriş Katı'na gelmeyi başarabildi. Lanet hademe kapının girişinde nöber tutarken uyuyakalmıştı ama bu işleri kolaylaştırmaktan çok uzaktı, çünkü şatonun koskoca kapısı beklediği gibi kilitliydi. Lumiére derhal Zindanlar'a yöneldi. Kendini iyice macera arayan ve cesaret manyağı; aptal bir Gryffindor gibi hissetmeye başlamıştı. Tehlikeli durumlara girmek ona göre değildi. Yine de rotasını değiştirmeden nemli zindanlarda ilerledi. Aradığı tabloyu bulabilmesi için, asasını kullanması gerekiyordu. "Lumos." diye fısıldadı. Asasından beklendiği gibi küçük bir ışık fışkırdı. Etrafına baktığında olması gerektiği yerden sadece birkaç metre uzakta olduğunu gördü ve derhal tablonun önüne geldi. Tablodaki armutu gıdıkladı. Armut uykuda olmasına rağmen güldü ve tablo bir kapı misali öne doğru savruldu. Lumiére derhal içeri girdi. Saat gecenin biri olduğundan hiçbir ev cini uyanık değildi, bu yüzden Lumiére kendinden emin adımlarla mutfağın içine doğru ilerledi. Mutfak gerçekten de çok büyüktü. Büyük Salon'un dörtte üçü kadar ederdi muhtemelen ve olduça derli topluydu. Lumiére yine hızlı adımlarla ıvır zıvırların arasından geçerek direkt karşıdaki duvara yöneldi. Bunu daha önce hiç yapmamıştı. Şatonun duvarı gerçekten de çok yüksekti ve pencerenin de pek alçakta olduğu söylenemezdi. Berrak bir sesle "Ascendio." dedi ve kendini metrelerce yüksekte buldu. Tahmin ettiğinden daha da yukarı çıkmıştı ve düşüyordu. Her şey fazla hızlı gerçekleşiyordu fakat Lumiére de fazla dikkatliydi. Pencere tam bedeni hizasındayken elleriyle pencere pervazına yapışarak kendini sabitledi. Pencerenin boyu kendi boyunu bile geçtiği ve pervazın genişliği de hiç azımsanacak gibi olmadığı için derhal pervazda ayağa kalktı ve pencereyi açmaya çalıştı. Elbette ki kilitliydi. Lumiére bunun basit bir kilit olması için dua ederek tekrar asasını kullandı "Alohomora." Tanrı'ya şükürler olsun ki bu basit büyü bu kilidi açmaya yetmişti. Eh, bu doğal sayılırdı çünkü mutfağa nerden girildiğini kocaman şatoda bilenlerin sayısı son derece azdı, öğretmenlerinse bu az miktardan bile haberleri yoktu. Yani bu pencereye sıkı bir büyü yapmalarını gerektirecek hiçbir şey mevcut değidi. Pencereden dışarıya doğru adım attığında Mart ayının havasını hissetti yüzünde. Tertemiz havayı ciğerlerine çektikten sonra özlemle ormana baktı. "Sana geliyorum..." Kendini pencereden aşağı attı ve düşmesine bir metre kala "Aresto Momentum." dedi. Bu büyüyü yapabilmek için haracadığı zamana değmişti şimdi. Düşüşü çok yavaş oldu ve Lumiére hissetmedi bile. Muazzam bir Ay vardı gökyüzünde. Sanki karanlığın dünyaya hakim olmasını engellemek için yaratılmış gibi deliyordu karanlığı. Sonsuz gücü ve güzelliğiyle; arkasındaki yıldız ordusuyla yenilmezdi. Onlara baktıkça geçmişteki duyguları nüksediyordu kalbinde. Aklına annesi geliyordu, onun güzel yüzü...
Lumiére bir hayalden uyanmış gibi silkindi ve koşar adımlarla yoluna devam etti. Şamarcı Söğüt kendisinden yedi metre ilerde duruyordu. Onunla arasındaki mesafeyi koruyarak doğuya yöneldi. Ve işte Orman karşısındaydı. Derin, yeşil, güzel orman. Annesinin ölümünü görmüş Orman ve annesinin ruhundan bir parçayı içinde barındıran Orman... Bir saniye bile düşünmeden içeri girdi. Burda olmak ona huzur veriyordu. Aslında bu tuhaf bir huzurdu. Çünkü Orman son derece korkutucuydu. Ağaçlar, rüyasındaki gibi gözüne çok büyük görünmeye başlamışlardı. Kalın, korkutucu kökleri ona uzanıyormuş gibilerdi. Karanlıkta normalde olduğundan da daha korkunç görünüyorlardı. Yine de geri dönmek söz konusu bile olamazdı. İlerledi, ilerledi, ilerledi... Kendisine ne yaptığını düşünmeye fırsat vermeden ilerledi. Yalın ayakları Mart ayının soğuğuyla mosmor olmuş olsalar bile umrunda değildi. Notta bahsi geçen mavi yapraklı ağacı bulduğunda, her yanı çizik içinde kalmıştı. Çok yorgun hissediyordu kendini. Orman'a olan özlemini gidermişti, evet ama ne yapıyordu o böyle? Burda ölme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunun farkında mıydı? Geri mi dönmeliydi acaba? Geldiği yola baktı. O çalıların arasından nasıl geçtiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Dehşete düşmüş hâlde geri dönmek için yeterli enerjiye sahip olmadığını fark etti. O hâlde geriye tek bir seçenek kalıyordu; ilerlemek. Tarif edilen yolun kalan kısmını nasıl geçtiği hakkında hiçbir şey hatırlamıyordu. Sadece uzun süre, çok ama çok uzun süre yürüdüğünü, bacaklarının kanadığını ve geceliğinin mahvolduğunu biliyordu. Nasıl geri dönecekti? Geri dönememe ihtimali çok yüksekti... Patikanın sonundaki açıklık rahatsızlık vericiydi. Doğal olamayacak kadar mükemmel bir dairede hiç ağaç yoktu. Sadece ve sadece çimen vardı. Kendisini bu daireden çıkamayacakmış gibi hisdiyordu. Ama zaten geri dönemeyecekti ki. Bir ağacın dibine çöküverdi. Ağlamak istiyordu ama bu hiçbir şeyi çözümlemeyeceğinden vazgeçti. En azından Orman'daydı. Orman'da ölecekti. Bu düşünce iyi sayılmazdı. Harikaydı! Annesi gibi Orman'da ölecekti ve ruhu Orman'ın ruhuna karışacaktı. Bir kelebek gibi... Bu düşünceler onu mutlu etti. Ve tam o sırada, nerden geldiğini anlayamadığı şüpheci bir ses ve göz kamaştırıcı ışıkla yerinden sıçradı. "Bu saatte burda ne arıyorsun? Bekle! Notu bırakan sen miydin?" Lumiére'in bu sözleri anlaması için biraz zaman geçmesi gerekti. Ve anladığındaysa katıla katıla gülmeye başladı. Notu dalga geçmek için bırakıp sonra da böyle saçma sapan bir oyuna girişmek, hayatında gördüğü en şapşalca şeydi. Ama... Korkmuş, şüpheci ve yorgun hâliyle, bu kızın dalga geçiyora benzeyen bir hâli yoktu. "Neden bahsediyorsun sen?" diye sorabildi sadece. Ve ayağa kalktı.
| |
|
Cassidy Laurel Slytherin 7. Sınıf | Bina Başkanı | Karanlık Gölgeler Lideri
Mesaj Sayısı : 118 RP Aktifliği : 638 Lakap : Cass Nerden : Venedik
| Konu: Geri: Ophelia Salı Ağus. 24, 2010 7:00 pm | |
| | |
|